Kelam İlminin Doğuşu ve Önemli Ekoller


Kelam İlminin Doğuşu ve Önemli Ekoller


İslam dini, efendimiz Hz. Muhammet’e (sav) 610 yılında gelen ilk vahiyle başlamış ve 632 yılında son vahiyle tamamlanmıştır. Bu süreçte İslam’a dair her türlü soru efendimiz tarafından cevaplanmış ve ihtilafa mahal verecek bir ortam oluşmamıştır. Efendimizin vefatının ardından kesin hükmü koyucu bir makamın artık olmayışıyla bazı sorulara net cevaplar bulunamamaya başlanmıştır. İslam’ın farklı coğrafyalar ve kültürlerle tanışmasıyla bu sorular artmış, cevaplar için müzakere ve münazara ortamları oluşmuştur. Bunun yanında Hz. Osman’ın şehadeti ve Hz. Ali’nin halifeliği sürecindeki yaşanan Müslümanların kendi içindeki siyasi ihtilafları itikadî hususlarda daha önce sorulmaya ihtiyaç dahi duyulmamış soruların doğmasına neden olmuştur. Tüm bu hadise ve durumlar da itikat (inanç) hususlarına cevap arayacak olan Kelam ilminin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu yazımızda kelamın doğuşunu ve dönemin başlıca ekolleri üzerinden de seyrini genel hatlarıyla aktarmaya çalışacağız.


Raşit halifelerden üçüncüsü olan Hz. Osman’ın son dönemlerinde yaşanan siyasi iktidarsızlık, huzur ortamının bozulup kendisinin şehit edilmesine varacak kadar iç çekişme ve kargaşalara neden olmuştur. Hz. Ali’nin halifelik döneminde artık bu çekişmeler büyük ihtilaflar haline gelip Müslümanların iç savaşına dönmüştür. Arka arkaya yaşanan Cemel ve Sıffin vakalarında binlerce Müslümanın kanı dökülmüştür.[1] Bu fitne ortamında akıllara şu soru gelmiştir, “iki müminden biri diğerini öldüremez, bu durumda kime mümin diyeceğiz”. Bu soruya “iki taraf da artık mümin değildir, her ikisi de Allah’ın indirdiği ile hükmetmemiştir ve kafir olmuşlardır” diyen ve daha sonra Hariciler olarak adlandırılacak bir grupla da ilk tekfir ortaya çıkmıştır. Bu durum, arkasından başka soruları ve ekolleri de doğurmuştur.




Haricilerin bu tutumu, “amel, imandan bir cüz müdür” sorusunu doğurmuş ve buradan da “amel, imandan bir cüzdür” fikrini savunan Mutezile akımını doğmuştur. Mutezileye göre mümin, kafir ve fasık olmak üzere insanlar itikad yönünden üçe ayrılır. Fasık, büyük günah işleyen mümindir ve tövbe etmeden ölürse cehenneme girer çünkü amel, imanın bir parçasıdır demişlerdir. Mutezile akımına karşı Ebu Hanife, “amel, imandan bir cüz değildir. İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrardır” demiş ve iman ile amelin farklı mahiyetlerde olduğunu, imanın kalple amelin ise vücut azalarımızla yaptığımız işler olduğunu savunmuştur. Fasık kavramı, Kur’an ve sünnete uygun değildir, nitekim Allah’u Teala Nisa suresinin 48 ve 116. ayetlerinde şirk dışındaki günahları dilerse bağışlayacağını ifade etmiştir.

Ayrıca, Mutezile alimleri Allah’u Teala’nın sıfatlarından bahsederken “Allah alimdir, ilim sıfatı olmaksızın; görür ama basar sıfatı olmaksızın” gibi Kur’an’ın uluhiyet kavramına uymayan teviller yapmışlardır. Bu yaptıklarıyla da aklı, vahyin sınırlarını çizen bir mertebeye yükseltmişlerdir. İnsanın sorumlu bir varlık olmasını da “insan özgürdür ve her şeyin sahibi Allah değildir. İnsanın sorumlu olması için amelini kendi yaratmalıdır” diyerek savunmuşlardır. Bu sebeplerden, Mutezileler de çeşitli grupların ortaya çıkmasıyla kullanılmaya başlanan ehl-i sünnet çatısından ayrılmıştır.

Mutezile anlayışına karşı duran akımlardan biri de müşebbehe veya mücesseme diye adlandırılan grup olmuştur. Müşebbehe akımı ise ayetlerde tevile izin vermeyip ayetlerde geçen ibareleri aynen alıp “Allah’ın eli vardır, göktedir” gibi savunmalar yapmıştır. Bu savunma, uluhiyet kavramına tamamen ters düşmektedir. Zamanın ve mekânın yaratıcısı o zaman ve mekândan elbette münezzehtir. Mutezile, sıfatları yok sayarken; müşebbehe de aynen vardır demekte olup iki uç fikri temsil etmektedir.

Diğer bir yandan da seçilmiş bir topluluk vardır o da ehli beyttir diyen Şia ortaya çıkmıştır. Şia anlayışı kendi içerisinde çeşitli grupları olsa da ehl-i sünnetten ayrıldığı temel nokta imamet hususudur. Şia anlayışına göre Efendimiz (sav)’den sonra halife Hz. Ali olmalıdır ve imamet yani halifelik de onun soyundan devam etmelidir. Bu imamet de Efendimiz (sav)’den sonra 12. imamla son bulmaktadır. Ayrıca, bu imamların da seçilmiş ve masum kişiler olduğuna inanılmakta ve yaşantıları da sünnet niteliği taşımaktadır.[2] Şia akımı başta siyasi bir savunma iken Abbasiler dönemi ile de itikadi bir yere evirilmiştir.

Hicri 3.yy’da Harun Reşid’in oğlu Halife Abdullah Memun[3] döneminde yoğun şekilde Grek ve Hint eserleri Arapçaya tercüme edilmiş ve Müslümanlar bu vesileyle de kendilerinin dışındaki dünyayla yüzleşmeye başlamıştır. Bir yandan İslam dünyasında yaşanan bu ayrışmalar varken diğer yandan tercüme eserlerin kazandırılması İslam felsefesinin oluşmasına zemin oluşturmuştur. İslam felsefesinin ilk döneminde Kınni, Farabi ve İbni Sina gibi isimler önemli temsilciler arasında yer almıştır. Bilhassa İbni Sina bu dönemde diğer kültürlerin tezlerine karşı çok güçlü cevaplar vermiş ve İslam felsefesi adına önemli temellendirmeler sunmuştur.

Hicri 4.yy’a geldiğimizde ise en önemli isimlerden birisi Ebu Hasan el-Eşari olmuştur. Uzun süre Mutezile savunucusu iken, 40 yaşında Eşari mezhebinin temellerini atmıştır. Ebu Hasan el-Eşari, ilk defa rasyonel zeminde ehli sünnet kelamını ortaya koymuştur ve geniş yankı bulup başarılı olmuştur. Yine aynı yüzyılda ortaya çıkan Maturidi ekolü de Eşari ile benzer fikirler çevresinde toplanmıştır. Ve Mutezile fikirleri çürütülmüştür.

Hicri 5.yy’da ise ortaya koyduğu eserleri ile asırlar boyu etkisini sürdürecek olan Gazali, İslam felsefesinin çok önemli bir ismi olmuştur. Kendisi Eşari kelamcısı iken hayatının belli döneminde ciddi bir zihni krize girmiştir. Bu dönemden yeni bir anlayışla ve diğer kültürlerin felsefeleriyle yüzleşen bir kelam ortaya koymuştur. Gazali, felsefe yaparken tasavvuf olması gerektiğini de söylemiştir. Belirttiği en temel hususlardan biri de aklın zorunlu olarak metafizik alanda bilgi oluşturmayacağıdır. Yani, aklı inkâr etmemekle birlikte sınırının olduğunu, akılla idrak edemeyeceğimiz hususların da olduğunu söylemektedir. Aklın önemli bir idraki de her şeyi idrak edememek olduğunu belirtmiş ve dönemin meşhur bir sözü “idrakul acz idrakun, aczin idraki idraktir” olmuştur. Ve bu anlayış ehli sünnet anlayışın temelini oluşturmuştur.

Sonuç olarak, Efendimiz (sav)’in vefatıyla birlikte ümmette, çeşitli fikir ayrılıkları ve dahası fitneler ortaya çıkmıştır. Başta siyasi olan ayrılıklar, itikadi problemler doğuracak kadar büyümüş ve çeşitli ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Bu ihtilafların olduğu ortamda iman nedir, mümin kime nedir gibi çok temel soruları doğurmuştur.  Sorulara da cevap vermek için oluşan münazara ortamları da konuşmak anlamına gelen Kelam ilmini ortaya çıkarmıştır. Verilen farklı cevaplar da farklı grupların, akımların oluşmasına neden olmuştur. Biz de yazımızda genel hatlarıyla kelamın ortaya çıkışını ve farklı akımların savunmalarını ele aldık. İslam alemi olarak kelam tartışmaları ve münazara ortamları sürmektedir.

Hasan İnceöz

25.03.2020



[1] Kelama Giriş, Anadolu Üniversitesi İlahiyat Önlisans Programı Yayını, Eskişehir, 2019. Sy: 30
[2] İslam’ın yolu: Sünnet, Mürteza Bedir, İstanbul: İSAM Yayınları, 2013. Sy: 24, 25
[3] https://islamansiklopedisi.org.tr/memun

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Osmanlı’da Çağdaş İslam Düşüncesi ve Modernleşme

Bir İdeoloji Olarak İslamcılık