Osmanlı’da Çağdaş İslam Düşüncesi ve Modernleşme
Osmanlı’da Çağdaş
İslam Düşüncesi ve Modernleşme
Osmanlı İmparatorluğu
diğer büyük imparatorluklar gibi kurulup yükselmiş, sonra duraklamış ve gün
gelmiş gerileyip yıkılmıştır. Osmanlı’nın bu dönemlendirmelerini yaparken hangi
tarihi vakaların iki dönemi birbirinden ayıracağı meselesi uzun bir tartışma
konusudur. Buna karşılık bu dönemlendirmeleri ayırırken tercih edilen vakalar
birbirine yakın dönemlerdir, belirli bir tarihi değil de bir dönemi ya da
süreci esas almak daha yerinde bir tercih olacaktır. Çünkü neticede büyük ve
köklü bir imparatorluğun seyri bir günde değişmemektedir. Örneğin Osmanlı’nın
1774 yılında Rusya ile imzalamış olduğu Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı
açısından çok önemli, manevi anlam da taşıyan bir hadisedir. Çünkü ilk defa
halkı hem Türk hem Müslüman olan bir toprak parçası, Kırım, Osmanlı’nın elinden
çıkmıştır. Bu anlaşma 21 Temmuz günü imzalanmış olsa da Osmanlı’yı bu yenilgiye
götüren arkasında bir süreç vardır. Bu süreçleri ayrıntılı tahlil etmeden,
hadiselerin zeminini oluşturan başka hadiseleri ve arka planını incelemeden bir
günde yaşanan bir hadisenin bizatihi kendisine çok fazla anlam yüklememek
gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme sürecini, bilhassa 19.yy’da
çıkan Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık gibi fikir akımlarını da
bu bilinçle incelemek gerekmektedir. Bu makalede de Osmanlı’nın son
dönemlerindeki İsmail Kara’nın ifadesiyle “Çağdaş Türk Düşüncesi”nin meseleleri
çok boyutlu/katmanlı şekilde incelenecektir.
Osmanlı
İmparatorluğu’nda “bir şeylerin yanlış gittiği” fikri girilen savaşların
kaybedilmesiyle ortaya çıkmıştır, en somut gösterge çünkü budur. Yüzyıllardır
girdiği savaşlarda başarılar gösteren ordu, artık savaşları kaybetmekte ve
dolayısıyla da toprak kaybedip siyasi olarak da uluslararası arenada Osmanlı
eski karizmasını taşıyamamaktadır. Bu durum da başta devlet adamları olmak
üzere ulemayı, aydınları ve daha sonrasında da halkı tedirgin etmiştir. Buna
mukabil olarak Osmanlı savaşları kazanırken, ilmi ve fikri anlamda başarılar
ortaya koyarken “bir şeylerin doğru gittiği”, yanlış gidişin dillendirildiği
kadar dillendirilmemiştir. Çünkü zaten doğru gidiyorsa bir şeyler, olduğu gibi
de devam etmelidir. Dolayısıyla kimsenin tedirgin olmasını ya da bir şeyleri
değiştirme gayretinde olmasını “işler iyi gidiyorken” beklemeyiz. İşlerin
kötüye gitmesi, “bize ne oldu da kaybediyoruz” sorusunu sordurmuştur. Soru sahipleri bununla dertlenmiş, kendi
gördüğü doğrular çerçevesinde de düzeltmeler yapmaya gayret etmiştir. Bu
gayretlerin hangilerinin Osmanlı açısından iyi, hangilerinin kötü sonuçlar
doğurduğu da elbette ancak yıllar geçtikten sonra geriye dönüp bakıldığında
anlaşılabilmektedir. Bunu özellikle belirtme sebebimiz, alınmaya çalışılan
tedbirlerin birçoğunun esasında kanaatimizce iyi niyetlerle olduğu fakat bazı
etmenlerin etraflıca hesaba katılmadan bazı kararların alınmış olmasıdır.
Tabiri yerindeyse o günün padişahı, devlet adamları, uleması ve aydınları için
bakıldığında “memleket elden gidiyor” kaygısı vardır. Bu kaygı da herkesin
kendi alanında gücü yettiği derecede bazı değişiklikler yapması gerekliliği
fikrini uyandırmıştır. Örneğin, ulema yanlış giden şeylerden birinin medreseler
olduğunu, burada bazı yeniliklerle ancak memleketin kurtulacağını düşünmesine
karşın devlet adamları orduda yenilikler yapmadan ne yapsak fayda etmeyeceğini
düşünmesi tabidir. Çünkü nihayetinde etki alanları ve makamları itibariyle
büyük insanlar olsalar da onlar da dünyayı kendi perspektiflerinden
görmektedir. Ve nihayetinde büyük kitleleri etkileyecek kararların
neticelerinin neler olacağını tahmin etmek güçtür, tecrübe edilmeden tam
manasıyla iyi ya da kötü sonuç doğuracağı anlaşılamayacaktır. Dolayısıyla tüm
hadiseler yaşanıp bittikten sonra bizlerin bugünden yüz, iki yüz sene öncesinde
alınan kararlara doğru ya da yanlış dememiz sonuçları görebildiğimiz için
kolaydır. Vurgulamak istediğimiz nokta: her gayreti kendi döneminin
içerisindeki perspektiften görmeden yargılamamız, bizi hataya düşürmesi
muhtemeldir. Biz de o günün aydınlarınca yapılan bazı durum tespitlerini ve
çözüm önerilerini öne çıkan iki söylem altında toplayıp kendi dönemi içerisinde
ve kendi perspektifinden anlamaya ve yorumlamaya çalışacağız.
A.
Müslümanlığı doğru
yaşamıyoruz çünkü İslam’ı doğru bilmiyoruz, İslam hurafelerle anlatılıyor.
Halka sade dille doğru İslam’ı anlatarak özümüze, asrı saadetteki asıl İslam’a
bu yolla döneceğiz.
Osmanlı’nın
yaşamış olduğu askeri ve siyasi başarısızlıkların sebeplerini anlamaya
çalışanlardan bir kısmı, “Müslümanlar olarak İslam’ı doğru anlayıp
yaşamadığımız için kaybediyoruz” söylemini ortaya attılar. Dolayısıyla
bulunduğumuz sıkıntılı durumdan kurtuluşun yolu da İslam’ı doğru anlamaktan
geçiyordu. İslam’ı doğru anlamanın yolunu ise “öz”ümüze dönmekle olduğu
görüşündeydiler. Özümüzün de asrı saadette yaşanan İslam olduğunu ve asrı
saadeti esas alarak hareket etmedikçe de İslam’ı gerçek manada anlayamamış ve
dolayısıyla yaşayamamış oluyorduk.
Bu görüş, ilk
bakışta çok makul ve masum gibi görünse de gözden kaçırılan bazı noktalar
barındırmaktadır. Şayet siyasi ve askeri başarılarımızın yolu ancak gerçek
İslam’a uymaktan geçiyorsa, daha birkaç yüzyıl öncesine kadar elde edilen
askeri başarıların arkasında o halde gerçek İslam’a uymuş olmamız yatmıyor
muydu? Cevabı evet ise neden yakın geçmişimiz göz ardı ediliyordu? Neticede
Osmanlı devleti kurulduğu ilk günden beri Müslümanların idarecilik yaptığı bir
devletti, başarı da elde ettiğine göre onlar da gerçek İslam’a uymuşlardı. O
halde bin iki yüz sene birden geriye gidip oradaki İslam’ı bugüne taşımak mı
tek çözüm yoluydu?
Asrı saadete
gidip oradaki gerçek İslam’ı alalım söylemi usul olarak hatalı, kendi
içerisinde de tutarsızdır. Çünkü Emevîler’den itibaren başlayan ve o günlere
kadar gelen bin yıldan fazla zamandır süregelmiş, kümülatif ilerlemiş birikimi
yok sayarak doğrudan asrı saadete erişmek istenmektedir. İlk bakışta asrı
saadetin zikredilmesinden ötürü cazip gibi gözüken bu teklifin uygulanabilirliği
ise gerektiği şekliyle tartışılmamıştır. Aklen mümkün görünen bir çözüm yolu
olsa adeten bir çözüm gibi görünmemektedir. Çünkü belirli bir dönemde, belirli
bir yerde yaşayan Müslümanların yaşam şeklini o günün dünyası da o
Müslümanların bulundukları toplumun adetleri, gelenekleri de doğrudan
etkilemektedir. Hatta tartışılan fıkhi konuları bile değişen unsurlara bağlı olarak
değişebilmektedir. Örneğin bugün tüzel kişilerin zekât verip vermemeleri ya da
tüp bebek uygulamasının caiz olup olmadığı gibi meseleler gündem iken henüz
birkaç yüz yıl öncesinde Müslümanların hayatının içerisindeki konular değildi.
Öze dönüş
esası anlatılırken, bunun Kur’an ve sünnet üzerinden olacağı söylenmektedir. Mehmet
Akif Ersoy’un “doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine
söyletmeliyiz İslam’ı” dizeleri de buna örnektir. Buradaki Kur’an vurgusu
aslında bin yıldan fazla zamandır süregelen ulemanın çalışmalarını göz ardı
etmeye yol açacaktır. Bu düşünce, günümüzde de İslam’ı anlamak için “Kur’an
bize yeter” söyleminin bir adım öncesi olduğu kanaatindeyiz. Yani, on iki on üç
asırdır ulema tarafından Kur’an’ı anlama çabası bir hiç sayılıp yokmuş gibi
muamelede bulunulmaktadır. Ve zikrettiğimiz gibi bugünden yüz elli yıl evvel
“Kur’an ve sünnet” bize yeter, biz de Allah’ın akıl sahibi kullarıyız ve
Kur’an’ı da sünneti de anlayabiliriz, bugüne rahatlıkla yorabiliriz, bizden
öncekilerin ne dediğinin ehemmiyeti yok mantığıyla hareket edilmesi; bugün de
aynı mantığı kullananlar için “Kur’an” bize yeter noktasını doğurmuştur. Belki
bir yüz elli yıla daha gerek kalmadan daha kısa vadede de Kur’an’a da gerek
yok, Allah benden nasıl olmamı istiyor ben bunu aklen çıkarabilirim noktasına
gelecektir.
Vurgulamak
istediğimiz nokta şudur: kendi medeniyetinizin birikimini hiçe sayıp bin yıldan
fazla zamandır süregelen gayretleri görmezden gelmek bugünümüzün üzerinde
oturduğu temelleri ortadan kaldırmaktır. Bu temeller ortadan kalktıktan
sonraysa, aynı mantıkla hareket edenlerin iddia ettikleri gerçek İslam’ın
çerçevesi içerisinde ne kadar kalabilecekleri bir soru işaretidir. Buradan
hareketle asrı saadete, Kur’an ve sünnete dönelim mantığı fasit bir mantıktır,
Müslümanlar için muhtemelen daha büyük problemlerin zeminidir. Bugün yapılan
yanlışlar varsa da geçmişi çöpe atmadan, bugünün hataları düzeltilerek doğru
bilinene gitmeye çalışmak gerekmektedir, diğer türlüsü zemini belirsiz bir
arayıştır.
Halka İslam’ı
sade bir dille, herkesin anlayacağı şekilde anlatmak da diğer bir gündem
meselesi olmuştur. Mesela Ahmet Cevdet Paşa sade dille yazılmış bir hadis
kitabı ortaya koymak istemiştir. Hatta sadece dil açısından bir sadelikle
kalmamış yalnıza mütevatir sahih hadislerin derlendiği bir kitap olmasını
istemiştir. O güne kadarki İslam ilim geleneğinde böyle bir usul pek de tercih
edilen bir yol olmamıştır. İslam fıkhı da neticede yalnızca mütevatir sahih
hadisleri konu edinmez, hasen ve ahad kategorilerinin de fıkıhta yeri vardır.
Bu yüzden onların kitaba alınmaması, fıkıh açısından da tercih edilecek bir
durum değildir.
Cevdet
Paşa’nın yalnızca sahih hadisleri toplama isteği, oryantalistlerin gündeme
getirdiği uydurma hadis mevzusundan kaynaklı diye düşündürtmektedir. Halbuki,
oryantalistlere cevap verebilmek için kendimizin yüz yıllardır süre getirdiği
geleneğin terk edilmesi; bizim onların kabullerine uyarak onların düzleminde
tartışmaya başlamamız anlamına gelmektedir. Geçen yüzyıllarda da İslam’ın
uydurma olduğunu söyleyenler muhakkak olmuştur fakat bunlar, bizim onların
doğruluk ölçütlerine kendimizi uydurmamızı gerektirmemiştir. Aksine, kendi
usulümüz çerçevesinde kalıp, bu çerçeve içerisinde kendimizi anlatmak
kanaatimizce daha yerinde bir davranıştır. Mesela, fıkıh usulünün bir hükme
varmak için geliştirdiği çok ince hesaplar içeren sistematiğini savunmak,
bunları oryantalistlere sunmak; kendi geleneğimize sahip çıkarak kendi
zeminimizi pekiştirmek olacak ve bizi daha güçlü kılacaktır. Bu yöntem, bizim
için de yeni başlanan bir yol değil de tecrübe edilmiş o kümülatif birikimin
üzerine bir tuğla da bizim koyabilmemiz demektir.
Cevdet
Paşa’nın halkın anlayabilmesi için sade bir dil kullanma tercihi de yine ilim
geleneğinde pek tercih edilmemiştir. Çünkü bu metinlerle iştigal olanlar
alimlerdir, alimlerin de sadeleşmiş bir dile ihtiyacı yoktur. Hatta onlar,
alanın terimleriyle konuşup o terimler üzerine tezlerini temellendirir. Halk
ise İslam’ı metinlerden yazılı kültürle değil, şifahi yolla daha çok
öğrenmektedir. Bunun yolu tekkede ya da camide bir vaaz dinlemek olabilir. Ya
da birisinin aklına takılan bir konu varsa da bunu sormak için alim bir zata
danışmaktadır. Dolayısıyla halkın, bu ilimlere doğrudan erişip de onlara sahip
olma hedefi de yoktur. Bu hedefi olanlar da imkanları ölçütünde zaten ilim
yolculuğunu tercih etmişlerdir.
Halka sade
dille siyer, fıkıh, hadis kitapları yazmanın altında, halkın yaşadığı İslam’ın
doğrusu olmadığı düşüncesi yatmaktadır. Bazı aydınlara göre halk, menkıbelerle
öğrendiği için İslam’ı aslında hurafelerle bilmektedir. Dolayısıyla bunun
düzeltilmesi gerekmektedir. Oysaki menkıbeler aslında yine o kültürün,
medeniyetin birikimidir. İtikadi anlamda yanlış bir sonuca çıkaracak durum
geliştirmeden, bazı hadiseler efsane ya da hikâye gibi anlatılmıştır. Bu
yollarla da insanlara İslam’ın özündeki bazı meselelere dair ders çıkarması ve
kendine yön vermesi için güzel örneklerdir. Bu yol da aslında bir nevi sadelik
yoludur, neticede herkes bir ilmi, temel seviyede dahi olsa edinemez; edinmesi
de gerekmez. Mesela, Hz. Ali’nin Hayber Kalesi’nin kapısını tek başına tutup
yerinden söküp fırlattığı menkıbeler meşhurdur, ben de büyüklerimden dinlemişimdir.
Bu anlatımda, vurgulanan şey aslında peygamberini çok seven Hz. Ali’nin Allah
rızası için çıktığı yolda, Allah’ın ona çok büyük yardımlar gönderdiğidir. Diğer
önemli kazanımda gelecek nesiller adınadır. Bu menkıbeyi dinleyen çocuklar için
de Hz. Ali, büyük bir kahraman figürü olmaktadır. Mesela bir erkek çocuk, bu
menkıbeden sonra oyun oynarken güçlü biri olduğunu anlatmak için kendini Hz.
Ali’ye benzetmek isteyecektir.
Menkıbelerle
hedeflenen şeyler yanlış olmadığı gibi, yerinde politik de tercihlerdir. Bugün
için medya, insanların zihinlerini yönetmekte yönlendirmekte son derece güçlü
bir araçtır. Örneğin, bir dönem meşhur bir karakter olan Amerikalı “Rambo”, hangi
çocuk izlese onun için özenilecek bir figürdür. Eğer çocuk Rambo değil de
“Battal Gazi” filmini izlediyse, Battal Gazi olmak isteyecektir. Bugünün
medyasıyla yapılan bir çeşit algı yönetimi, aslında o günlerde de menkıbeler
üzerinden de yapılabilmiştir. Bu yönlendirme de elbette doğru ve güvenilir
ellerce yapıldığı sürece çok kıymetlidir; bir eğitim aracına dönüşmektedir.
Bugünün çocukları renkler, sayılar, hayvanlar gibi şeyleri çizgi filmlerden
öğrenmektedir. Bu çizgi filmlere art niyetli kişilerce mesela gayri ahlaki
unsurlar da pek tabi yerleştirilebilir ama çizgi filmlerin hayra
kullanılamayacağı anlamına gelmemektedir. Menkıbeler de o gün, her yaş grubuna
göre çizgi film, sinema filmi hatta kitap gibi işlev görebilmektedir. Buradan
hareketle, menkıbeleri inkâr etmek yerine, menkıbeleri bir araç olarak kullanıp
toplumu eğitme yoluna girmek kanaatimizce daha doğru olanıdır.
B.
Avrupa bilimde ve
teknolojide çok ilerledi, biz ise onları yakalayamadık. Biz de onlar gibi
askeriyeden eğitime kadar her alanda onları taklit ederek modernleşmeliyiz.
Avrupa’da
bunlar yaşanırken Osmanlı’da benzeri hareketlilikler olmamıştır. Ta ki Avrupa
ile Osmanlı karşılaşıp onların geçirdiği dönüşümü anlayana kadar. Bu
karşılaşmanın da en somut yaşandığı yer savaşlardır. Avrupa devletleri
karşısında yıllarca başarılı olmuş Osmanlı, artık yenilmeye başlamıştır.
Buradan da hareketle o halde biz de yeniden yenebilmek için Avrupa gibi kendi
devrimlerimizi yapalım düşüncesi ortaya çıkmıştır. Ve Avrupa’nın kendi
içerisinde yaşadığı sıkıntılarına çözüm olarak getirdiği şeyleri, bizim de
kendimize aynen uygulamaya çalışan düşünceler çıkmıştır. Oysa burada atlanılan
en temel şey, Avrupa’nın kendi serüveni içerisinde yaşadığı problemlere çözümü
yine kendi iç dinamiklerine uygun şekilde kendi içlerinden çıkardıkları çözüm
yollarıyla yaklaşmalarıdır. Osmanlı aydınlarından bir kısmı ise bunu göz ardı
etmiş ve Avrupa’nın çözümlerini aynen bizde de uygulamaya çalışmıştır. Nitekim,
sonuçları itibariyle incelendiğinde bu yöntemin de hedeflenen kazanımları
sağladığını söyleyebilmek güçtür.
Askeri ve
siyasi alanda yaşanılan krizler, Avrupa’yı taklit etmeyi düşünen aydınlarca
kültürel olarak belli bir krizde olunduğu şeklinde anlaşılmıştır ki oldukça
yanlış bir akıl yürütmedir. İki alan birbirine karıştırılmamalıdır. Askeri
alanlardaki eksiklikler, yanlışlar yapılacak ıslahlarla daha kısa sürede daha
net çözümlere kavuşabilir. Ama kültür, yüz yılların birikimidir. Toplumun
yüzlerce yıldır biriktirdiğini temellerinden değiştirmenin imkânı üzerine
uzunca düşünmek gerekir. Kimilerince de bu birikim gerektiği şekilde yönlendirilemediğinden
toptan inkâr edilmiş ve yerine Avrupa medeniyetinin birikimleri konulmak hedef
edinilmiştir. Oysaki Avrupa da başarılarını, yine kendi içerisinden beslenerek elde
etmiştir.
Sonuç
Osmanlı
İmparatorluğu’nun 18-19.yy’da yaşamış olduğu siyasi ve askeri yenilgiler
Osmanlı’da “bir şeyler ters gidiyor” düşüncesini doğurmuştur. Bu düşüncenin
devamında da herkes bulunduğu konuma göre bir okuma yapmış ve ona göre de çözüm
önerileri sunmuştur. Yaşanan krizin kaynağını kimileri bizim İslam’ı doğru
yaşamadığımız üzerinden, kimileri de ilerleyen bilim ve teknolojiyi
yakalamadığımız üzerinden okumuştur. Çözüm önerileri de okuma yaptıkları
pencereden olmuştur. Bu önerilerin ortak denebilecek noktası ise yüzlerce
yıldır süre getirdiğimiz geleneklerimizi değiştirme hatta terk etme üzerine
kurgulanmış olmasıdır. Oysaki yüzlerce yıllık bu birikim, görmezden gelinecek
küçüklükte olmadığı gibi medeniyetimizin kökleridir. Kökler terk edildiğinde,
üzerine medeniyet inşa edilecek bir zemin kalmayacaktır. Bir medeniyetin daha
iyiye ulaşma kurgusunda yüzlerce yıldır taşıdığı birikimi inkâr ederek ya da
terk ederek değil; o birikimin üzerine yeni nesillerin de bir şeyler ekleyerek,
kendinden sonraki nesillere aktarması ve süre gelen doğal akışı içerisinde
çözümler getirmesi kanaatimizce o medeniyetin dokusuyla daha uyumlu olacak, bu
da daha verimli sonuçlar verecektir.
Hasan İNCEÖZ
29.08.2023
Yorumlar
Yorum Gönder